2023 için 7 Öykü

2023’ün ilk ayı bana bir öykü hediye etti. Birkaç aydır zihnimde ve kalbimde yaşayan karakterler hayatlarından kısa bir kesit ile Ocak ayında öyküye dönüştü. Bu özel yılda yazdığım ilk öykü “Bozuk Satıh”ı aşağıda okuyabilirsiniz. Yıl boyunca yazacağım diğer öyküleri de bu sayfada paylaşacağım. Severek okumanız dileğiyle.

BOZUK SATIH

1/7

Ocak 2023
Antalya

Okuma Süresi
7 dakika

Hiç kimsenin beni sevmediğini düşündüğüm sabahlardan biriydi. Acımasızca, hiç durmadan ardı ardına gelen servis randevularını ayarlamaya çalıştığım hasarlı arabalar da benim gibi hissediyor olmalıydı. İncinmiş, terk edilmiş, yerin altındaki bu devasal yerden çıkmayı beklerken yalnız ve bitap. Çıkmama tam yedi saat on bir dakika vardı.

“Kaç gün kaldı abla?”

Önümdeki gri duvarın tam ortasında asılı saate odaklanmış gözlerimi kırpıştırdım, yanıbaşımda duran ele kaydırdım. Tırnakları küt törpülenmiş ve pembenin şekerimsi bir tonuyla boyanmıştı. Minik pembe laleler kadar kusursuz ve narindiler. Çay bardağını zarifçe tuttu el. Ne damarları çıkmıştı, ne de gergin yüzeyinde lekeler vardı. Düşünüyormuş gibi kısık bir ses çıkardım. Çalışma arkadaşlarımın hepsi emekliliğimi iple çektiğimi biliyordu. Ondandı böyle arada sırada pat diye sormaları. Alışmıştı. Kulaklarım duymaya, ruhum da bilmeye. Arabaların ruhları var mıydı acaba? Ya mekanların? Servise gelen hasarlı arabaların iskeletleri buradayken ruhları en sevdikleri yollarda geziniyor olabilir miydi? Yoksa nasıl dayanırlardı burada olmaya. Çay molamızın bitmesine üç dakika vardı, emekliliğime yetmiş sekiz gün.

“Yetmiş sekiz,” dedim, bir dakika sonra cevabımı unutacağını bilerek.

“E, bir şey kalmamış işte. Ne yapacaksın sonra? Köye mi gideceksin?”

Evet, köye gideceğim, çünkü her emekli olanın yaptığı ilk iş köye gitmektir.

“Köye falan gitmeyeceğim, Nermin.”

“Kızma abla, annen orada ya, onun için belki gidersin diye düşündüm. Hem şuracıkta, hemen gidip gelinir uzaklıkta, çok yakında yani”.

“Köy hayatı bana göre değil, Nermin. Ayrıca bir şeyi üç ayrı şekilde ardı ardına söylemene gerek yok”.

“Yavaş, değil mi? Çok yavaş. Haklısın valla, bana göre de değil. Hızlı yaşamayı seviyorum ben de. Yola çıktın mı hızlı gideceksin, hızlı konuşacaksın, hızlı yürüyeceksin. Temposu hızlı olmalı hayatın. Umarım emekliliğin böyle geçer Zerrin abla”.

Konuşurken pembe laleli elleri bir sağa bir sola hareket eden Nermin’e baktım. İçimdeki kızgınlık bir an yerini şefkate bırakır gibi oldu. Niye ona kızıyordum ki, kıpır kıpır oluşuna mı, her çay molasında makyaj tazelemesine mi, önünde uzun yıllar ve sayısız seçenek olmasına mı? Yoksa durduk yerde pat diye soru sormasına mı?

“Zerrin abla!”

“Efendim Nermin.”

“Abla senin kız kardeşin pastacıydı, değil mi?”

Kafamı salladım. Bakalım bu soru nereye varacaktı. Çok beklemeden uzun bir açıklama geldi, ama ben sadece “yeğenimin doğum günü” kısmını duyabildim. Kardeşimin telefon numarasını Nermin’e verirken doğum günü ve pastasıyla ilgili tüm detayları bir gün yeniden dinlemek zorunda kalmamayı umuyordum. Beni zerre kadar ilgilendirmiyordu çünkü.

*

“Zerrin! Çok hızlı gidiyorsun”, diye bağırdı Hande. Abla demek yerine bana sadece ismimle hitap etmesi, ayrıca ismimdeki iki “Re”yi aynı İspanyolların telafuz ettiği gibi söylemesi Hande’nin kızgın olduğunu gösteriyordu. İçinde birikmiş, söylesem mi söylemesem mi diye kararsızlığa düşüren, sonra aniden içinden çıkıveren kızgınlık. Kardeşim benim aksine yumuşak huylu bir insandı, kızgınlığı bile yumuşak sayılırdı. Bu yüzden böyle ufak bir şey için benim her zamanki hırçınlığımla onun kalbini kırmaya değmezdi. Sakince cevap verdim Hande’ye.

“Sana öyle geliyor. Yola bakma, çevrene bak. İstersen arka koltuğa geç, pastanın yanına.”

Hande anında başını çevirip arka koltuğa bakma ihtiyacı duydu. Kim bilir kaç saat uğraşmıştı pastayı yaparken. Kesin detaylı detaylı süslemişti de. Rengarenk şekerden çiçekler, yapraklar, kelebekler, arılar. Hepsi kutunun açılmasını bekliyordu. Köye vardığımızda.

“Ne gerek vardı pastaya Hande’cim. Hadi yola gitmesek tamam da, böyle yolda başına bir şey gelmesin pastanın. Sonra emeklerine yazık olur.”

“Bir şey olmaz, hem çok severek hazırladım. Annemin doğum günü de senin emekliliğin de bu pastayı hak ediyor.”

Tam içimden “hadi bakalım” diyordum ki ilerde beliren ve birkaç saniyede önünden geçtiğimiz tabelayı gördüm: Bozuk Satıh, 2 km.

“Zerrin!! Bozuk satıh diyor, niye yavaşlamıyorsun? Ay, sen benim yüreğime indirteceksin valla! Durdur arabayı, durdur!”

Hande’nin ne kadar ciddi olduğunu ilk anda kestirememiştim. Yüzü bembeyaz olmuştu. Pasta kreması kadar beyaz. Arabayı yolun kenarına çeker çekmez kapısını açtı, tek kelime etmeden gözlerimin içine bakarak kapıyı usulca kapattı. Sonra arka kapıyı açıp koltukta duran pasta kutusuna uzandı, iki eliyle kavradı ve kapıyı ayağıyla iterek kapattı. Yavaşlığı beni öylesine çileden çıkarmıştı ki, ne yaptığını hemen idrak edememiştim.

“Ne yapıyorsun Hande? Lütfen arabaya biner misin!” derken ses tonumu olabildiğince tatlı tutmaya çalışıyordum.

“Yürüyeceğim ben. 2 kilometreymiş zaten, sen istersen hızlı hızlı git bozuk yolda,” der demez yürümeye başladı Hande. Ufak çantası boynunda, pasta kutusu kollarının arasında.

“Hızlı gidip sonra ne yapacağım, durup seni mi bekleyeceğim? Tüm yolu yürümeyeceksin herhalde!”

Arabanın içinde kendi başıma söylenip durdum bir süre. “Keçi! Keçisin sen!” diye bağırdığımda da Hande’nin beni duyup duymadığından emin değildim. Yavaş yavaş ahenkli adımlarla yürüyordu. Ayağımı usulca gaz pedalına dokundurdum. Arabanın gidebileceği en düşük hızda Hande’nin yanına kadar gelip açık pencereye doğru kafamı uzattım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Hande’nin yüzünün görebildiğim sol tarafında dudağı hafifçe kıvrılmıştı, yanağı da pembeleşmişti sanki. Elinde kocaman bir pasta ile yürürken mutlu bir keçiydi Hande. İki kilometre bir şey sayılmazdı. Yapacak bir şey yoktu, o yürüyecek ben de yavaş sürecektim.

Elim radyoya gitti çok geçmeden. Çekmeyen radyo kanallarını çaresizce tekrar gezindim. Bir ses, bir melodi yakalarım ümidiyle. Cızırtıdan başka bir şey duyulmuyordu. Radyoyla oynarken yolun kenarında beliren ağaçları fark etmemişim. Hande biraz gerimdeydi. Duracak kadar yavaşlayıp bana yetişmesini bekledim. Gelince de şansımı yeniden denedim.

“Hadi arabaya bin, söz, çok ama çok yavaş gideceğim!”

“Bu şahane ağaçlar altında yürümek varken hayatta binmem arabaya. Az kaldı, sen devam et, ya da etme, nasıl istersen işte!”

Hande haklıydı, ağaçlar da yol da şahaneydi. Hem bozuk hem şahane nasıl olabilir diye düşünürken kuş sesleri kulağımı okşamaya başladı. Önce tek tük sonra küçük bir koro halinde. İtiraf etmek gerekirse, arabayı bırakıp ben de Hande’yle yürümek istedim o an, başımın üzerinde hiçbir şey olmaksızın ağaç tünelinin içinden yavaşça geçmek istedim. Kendi doğal hızımda, gaz ve fren pedalları yerine taşa toprağa basarak. Ayağım tekrar gaz pedalına gitti. Hissettiğim çelişki ele geçirdi beynimi. Pedalı köklemek ve bir an önce bu doğal tünelin öteki ucundan uçarak çıkmak istiyordum. Bütün bu görkemli ağaçlar, kuşlar, pastasıyla mutlu mutlu yürüyen kız kardeş… Hiç birinin önemi yoktu, önemli olan yola neden çıktığımızdı. Yolun amacı. Hedefi. Köy. Anne. Biraz zaman geçirip tekrar yola koyulma. Şehre geri dönme. Hedefi başarıyla tamamlama.

Köye vardığımızda Hande’nin yüzündeki mutluluk ifadesi daha da belirginleşmişti. Etrafa gülücükler şaçıyor, annemle birlikte her fırsatta şakalaşıp kıkırdıyorlardı. İkisiyle bir araya her geldiğimde kendimi nasıl hissediyorsam yine öyle hissediyordum. Yalnız, ciddi, sabırsız, her şeye ofurdayıp pofurdayan, ayrıca onların aksine yaşlandığını kabul eden bir kadın. Belki de yaşlı bir ruhum vardı. Onun için böyleydim. Genç ruhların masayı hazırlamasını seyrederken bana “sen de yardım etsene” dememeleri bile ne kadar dışlanmış olduğumu gösteriyordu.

“Zerrin’cim, kuzum, nasıl yorucu muydu yol? Sırf sen mi kullandın arabayı yine?” diye sordu annem. Yoldaki maceramızdan bahsetmemişti Hande herhalde.

“İstesem de bırakmazdı ki direksiyonu” diye araya girdi Hande, “Seviyor kontrolde olmayı!”

“Hadi artık yeterince dinlendiysen kalk yerinden, masa hazır” dedi annem, melodik bir tonda.

Yemeğin sonunda sıra pastaya geldiğinde Hande’nin bitmek bilmeyen güzel enerjisi de, annemin ortama saçtığı sıcacık ışıltı da yoğunlaşmıştı. Ya da bana öyle geliyordu.

“Hadi üfleyelim, keselim, yiyelim, yatalım, bitsin artık” diye mırıldandım.

“Bir şey mi dedin abla?”

“Ne kadar güzel pasta dedim Hande’cim, eline sağlık.”

Pasta beklediğimden daha güzeldi. Hande bu sefer lale temasını seçmişti. İki kat beyaz kremalı pasta üzerinde sadece pembe laleler vardı. İç içe geçen yeşil sapları ve yaprakları ile birlikte lalelerden adeta bir tablo yaratmıştı. Sıcacık çay eşliğinde pastalarımızı yerken dişil çemberin dışında suskundum. Hande ile anneme baktım, birbirlerine türlü dedikokuları bir o daldan bir bu dala atlayarak şakıyan serçeler gibi anlatmalarını dinledim. Tam masadan kalkıp yatmak için hamle yapıyordum ki, annem bunu fark etmiş olsa gerek bana doğru döndü ve beni yerime mıhlayan tavrıyla ama yine de tatlı tatlı konuştu.

“Zerrin’cim, ne kadar güzel bir pasta yapmış Hande bize böyle. Onca yol demeden de getirmiş. Sen de çok beğendin, değil mi?”

Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Bu ima, bu bakış, çok netti. Hande anneme bahsetmişti. Acaba nasıl anlatmıştı? Ne kadar detay vermişti? İşin içinden hemen sıyrılmalıydım. Tam pasta için Hande’ye övgüler yağdırmak üzereydim ki o benden önce davrandı. “Bu da bir şey mi anneciğim, geçenlerde Zerrin’in eski iş arkadaşına bir pasta yaptım ki sorma. Kadın yeğeninin doğum günü için öyle bir pasta istedi ki, görseniz şaşardınız. Öyle temalı bir pasta da değil. Ama resmen yok yoktu. Dur bak, anlatayım ben size en iyisi…”

%d bloggers like this: